HAYAT PLANLARLA YAŞARKEN OLAGELEN ŞEYLERDİR
O Geçmişteki sorunlarımız, geleceğe yönelik endişelerimiz yaşadığımız ana hükmettikçe, hayattan zevk almayı önceliklerimizi, mutluluğumuzu hep ileri bir tarihe erteleyerek gelecekte'' bir günün'' bu günden daha iyi olacağına inanmaya çalışırız Ve o'' bir gün'' bir türlü gelmez. Bu arada hayallerimiz uçup gider.
Kısacası hayatı ıskalarız.Çoğumuz bir elbisenin provası gibi yaşarız."Ve ortalama 70 yıl ömür var heybemizde ' Hepsini de bu zaman dilimine sığdırma telaşı oysa hiç öyle değildir,kimsenin yarın burada olacağına dair güvencesi yoktur.Sahip olduğumuz,kontrol edebildigimiz tek zaman içinde bulundugumuz andır.
Her gün en az birkaç dakikamızı sevdigimiz insanları dişünmeye ayırsak birbirimizi sevsek. Doğanın geliştireceği sevgi içinde insanca!!!
Anlatamıyorum...
Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle yazıyor:
Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka biri olmalı. Hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana.
Varolduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?
Tabiki genel olarak bulamıyoruz ve bulamadığımız içinde bedenlerimize toplumun istediği kişilikleri monte edip,kiralık ruhlarla dolaşıyoruz.
Nasıl mı?
Çin menşeli kalpler. Herkes birbirinin eski sevgilisi. Herkesin birbirinde birini unutma ve eskitme çabası…
Tüketim çılgınlığı…
Sudan sebeplerle biten arkadaşlıklar...
Issız adamlar…
Elektronik cihazlara olan bağımlılık...
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın...
Ensesine vur ekmeğini al, gene de sesini çıkarmayan ezik toplum…
Aşık olamamak. Hızla çoğalan one night stand geceleri…
Uç kesimlerde yaşayan insan tipleri.
Özgürlüğü yanlış anlamış (hiç anlamamış) popüler kültürün eşiğinde can çekişen paragöz kızlar.
Trafikte uzun süren kırmızı ışıklar, kısa süren yeşil ışıklar…
Kendine büyük önem atfetme.
Evliliği kurtarmak için yapılan çocuk…
Sorgulamayan ve üretmeyen, hazıra konan insan modeli…
Fast Fod,AVM.
Bedava dağıtıldığını düşündüğüm aynı model, tarz kıyafetle dolaşan genç kabileler ve ilginç saçları.
Hak, hukuk, adalet kavramlarının deforme olması.
Öz kültürünü unutma ve her yeni çıkan akıma uyma gereksinimi, uymazsa dışlanma korkusu.
Her toplumsal olayda ülkeyi, her şeyi bırakıp kaçma isteği…
Seks tabusu ve açlık.(Kabul edemediğimiz ilkellik duygusu.)
Her nerede değilsek orada mutlu olacakmışız hissi.
Sonrasında da; “Nereye gitmek istiyorum ki? Nereye gidebilirim ki?
Asla bitmek tükenmek bilmeyen, sonu gelmeyen egolar ve sonucunda kocaman senkronize edilmiş yalnızlıklar.
Birbirinden bağımsız, gündüz ve gece hayatımız oluyor. Bildiğin maskeli balo günün belirli saatlerine uygun, sahte yüzlerimizi takarak geçirdiğimiz yazlarımız kışlarımız var.
Mesela, kahve içmeden ayılamadığını savunan (ki gerçekte tadından pek mutlu olmayan ve buna yarım bırakılan kahve fincanları en büyük şahitken), öğlen yediği salatasının ne kadar pahalı olduğuyla kendi ederini karşılaştırıp elit olduğunu sanan tüm parasını verdiği ama daha adını söylemeyi başaramadığı alengirli kahvesi ve bilmem ne soslu salatasından ötürü, akşam evinde dünden kalmış makarnasına talim edeceğini bile bile modern hayata uyum gösteriyor, mutlu oluyor.
Asgeri ücretle çalışan ama maaşının boyunu üç kat aşan ve taksitle alınmış son model cep telefonuyla,instagram’da çay fotoğrafı yayınlayarak, altına bir de Cemal Süreya şiiri döşemekten geri kalmayan digerinden bir tık aşağıda, ama aynı acizlikte. Pülümürlü Cemal Süreya bileydi şiirlerinin böyle harcanacağını, eminim yazmazdı.
Ne büyük yalnızlık içerisinde olduğumuzu bilmemize rağmen, bu dayatılan teknolojik moda ve kendimizle baş başa kalmamamız için yapılan büyük sosyal deneyde, zenci fare deneği olmaktan kaçınamıyoruz. Bin bir türlü teste tabiyiz. Bu durumdan rahatsız olsak bile başka bir çaremiz olmadığını düşünüyoruz.
Eğer kendimizle baş başa kalırsak ne kadar küçük olduğumuzu görmekten korkuyoruz
Copy-paste hayatlar
İşte bizim modern zaman dilimimizin içinde; cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş agrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var. Yorgun gözler ve içinde bekleyişler, bekleyişler var.
Albert Camus, Jean Paul Sartre ve Bukowski’nin; varlık ile yokluk, yaşamın anlamı ve anlamsızlığıyla ilgili yazdığı her paragrafı kendi hayatımıza copy ederek, başkalarının yazdığı cümleleri hayatımıza paste yapıyoruz. “İşte bu, aynen böyle be!” diyerek doğmamış cümlelerimizi öldürüyoruz. Cümle kurmadan aile kuruyoruz.
Mahsur kaldığımız bu yeni dünyada, sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp, açmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği silik insanlar var.
İnsanın dogal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın sevmesi, çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor, çarpıtılıyor. Neden, neden diyerek, başımızın üstünde bir çizgi film karakteri gibi kocaman bir soru işaretiyle geziyoruz.
Modern hayatın bir başka getirisi de seçimsizlik ve birçok alternatif. İkisi arasında sıkışan insanoğlu bocalayıp duruyor. Bir geyik yavrusu ceylanın öldürülüşünü on farklı belgesel kanalında izleme keyfi(!) olabilir mi? Oluyor…
Manen biten evlilikleri çocuk için yaşatma derneği
“manen biten evliliklerini çevresindekiler için yaşatma derneği” üyeleri olan çiftler son çare çocuk yapıyorlar. Bu da modernliğin son golü
Çocuk için katlanılan, devam edilen ilişkiler, birbirini aldatan çiftler, aldattıkları üçüncü kişinin hayatını karartan zincirleme yasak sevgiler…
Tektipleşen giyim stili. O ayın rengi ve modası olan giysinin sahtesi ve orijinali ile üst-alt tabaka arasında hızla yayılması.
Bir de ütopik bir hayal var ki, henüz (ben dahil) kurmayanını görmedim! Lambadan c.. çıksa tüm herkes aynı dileği ister. Sevgili c.. bu genel hayal karşısında çaresizce düşünür eminim,“Bu kadar insanı hangi sahile sığdıracağım”diye.
Hayal tahmin ettiğiniz üzere; sahilde bahçeli bir ev! Bahçesinde domates ekip biçmek, araba yerine bisiklet kullanmak ve şu an yapılan mesleği bırakmak. Mesleği bırakanlar derneğinin üyelerinin bir kısmı da merkezi bir yerde büfe açma fikrini savunuyorlar sahilcilere karşı. Çatışmalı ve karar verilmesi zor bir fikir tabii.
Milenyumdu, teknoloji çağıydı derken hayatımızın özetini, toplumsal mesajlarımızı, sevgiliye verdiğimiz atarlı giderli tepkilerimizi, mırc’den sonra msn denen chat’leşme programının durum iletisi kısmını kullanarak verdik bitirdik. O iletiye göre şekillenen sohbetlerimiz ve ilişkilerimiz,ekle- engelle- sil üçgeninde yitip gitti.
Tabii biz yerimizde dururken, aç teknoloji ilerledi ve bilgisayarları daha da küçülterek ceplerimize kadar yerleştirdi. Hızla yayılan yeşil logolu Whatsapp virüsü girdi hayatımıza. Elindeki telefonun işletim sisteminin adını bilmeyen orta yaşlı kesim bile “Vatzabın var mı?” diyebiliyordu!
Telefonun şarj aleti hepimizi esir almış, haberimiz yok. Telefonumu benden çok şarj aleti kullanıyor! Prizli masada oturmak büyük mutluluk mesela. Mutluluğa bak! Prizin değerli olduğu zamanlar! Priz bile şaşırmıştır bu duruma.
Paul Auster bu konuda şöyle diyor:
Modern yaşantımızın gerçeklerinden biri de insanların telefona bir tür kutsallık atfetmeleridir.
Her şeyi aynı anda yapmak istemek ve sonucu: Zamansızlık
Zamanı verimli kullanmak için açılmış tonla kurs, seminer, kurulmuş milyon dolarlık danışman şirketleri, spor arabalarıyla gezen yaşam koçları, bize umut, sevgi ve güzellikler dağıtıyorlar cüzi(!) miktarlar karşılığında. Önümüze çarşaf çarşaf kağıtlar sererek, rengârenk gazlı kalemleriyle, janti kıyafetleriyle zihnimizi hipnoz edip, bizi kısa bir hayal turuna çıkarıp, anlık rahatlatıp evimize gönderiyorlar. Kurulu oyuncak gibi. Bir tür alışveriş.
Kendi yok ettiğimiz duyguları geri kazanmak için parayı aracı kullanarak,
Modern insanın unuttuğu bir diğer şey ise ölüm. Ölümün varlığını ara sıra hatırlasak; ihtiyacımız olmayan şekilde aldığımız her şeyin, lüksün, hırsların eşyaların değersizliğini daha iyi anlayacağız. Ölümü sadece uzaktan bir arkadaş, eş, dost öldüğünde; matem simgesi olarak bilinen siyah gözlük takmayanları dövdükleri cenaze törenlerinde hatırlıyor oluşumuz trajikomik.
Her şeyin boş olduğu şo törenden sonra konuşuluyor ve unutuluyor. Ertesi gün hırslarımızla, kinlerimizle devam ediyoruz yaşamaya kaldığımız yerden. Mezarlıklar, yaşayanlar için notadaki es!
Toplumsal olaylara olan tepkilerimiz de çok ilginç. Bir taraf sokaklara dökülürken, diğer taraf “Bunlar neden sokağa dökülüyor?” diye merak etmiyor bile. Aradaki uçurum fena. Deforme olmuş hak, hukuk, adalet kavramlarının altında eziliyoruz. Adaletin bir gün hepimize lazım olacağını unutuyor sadece kendi yolumuza bakıyoruz. Bir şey olmamış gibi davranmak ve olanları unutmak robotlaştırıyor, rutinleştiriyor, farkına varmıyoruz. Farkına varmadığımız her şey, sonradan ev adresine gelecek ceza niteliğinde.
Yalnız ölü kentlerin ölü doğmuş çocukları
Her sabah sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden, yaşamaya karşı ne bir sevgi ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen; her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganın altında yaşayan, yalnız ölü kentlerin ölü doğmuş çocuklarıyız! Bu acımasız oyunun varlığı biz izin verdiğimiz sürece devam edecektir. Bir açık hava cezaevinde yaşıyor gibiyiz. Modern Metrisler yaratarak nefes almaya çalışıyoruz.
Kronik faranjit gibi, kronik mutsuzluklarımız var…
Büyük kederleri unutturacak büyük mutluluklar bulmak, derin ve keskin acılar yaşamakta olan insanlar için neredeyse imkânsızdır. Kederli insanları yeniden hayata döndürüp yüzlerini gülümsetecek tılsım, küçük, ani ve kısa sevinçlerde gizlidir.
Temennimiz ne peki?
Sayısal’dan çıkacak olan para değil. Şükür ki, parayla mutlu olunamadığını da gördüm; parasızlıkla daha da mutsuz olunacağını da.
Yetecek kadarı, hayatta kalabilecek kadarı…
On tane evin de olsa birinde oturabileceğimizi anladığımız, beş tane arabamız da olsa aynı anda hepsini süremeyeceğimizi algıladığımız, milyarlık telefonlarımıza bir “Özledim” mesajı gelmediğini fark ettiğimiz anda, tüm modern insanlar olarak şunu istediğimize karar verdim:
Öyle büyük şeylerde gözüm yok hiç;
Küçük mutluluklar diliyorum, küçücük…
Bir çocuk saflığında gülüşler,
Islanmış çimenlerin kokusu,
Çimenlerdeki çıplak ayaklar,
Bahçedeki gül ağacı, mis kokulu çiçekler,
Gıcırdayan salıncak,
Çocukken oynadığımız oyunlar tadında sımsıkı sarılışlar,
Ruhumuza dokunan şarkılar,
Akordu bozulmayan bir yaşam bestesi,
Maskelerden arınmış yüzler,
Sımsıcak kahkahalar,
Çatılmayan kaşlar,
Gün doğumları,
Hepsi bu!
H.Aslı PARLAK
Yorum Yazın :Misafir